Son Dakika
İslamın ilk yüzyılında (I. Yüzyılın sonu II/VIII. Yüzyılın başı) hâkimiyet kuran züht hareketi, ahlâkî niyeti ve amelde derinlik kazanmayı amaçlayan saf bir ahlâk hareketidir. Bu ahlâkî dindarlığın önde gelen temsilcilerinden olan ve İslâm’ın ilk iki yüzyılında bilinen zahitler olarak meşhur olan Hz. Peygamber’in sahabelerinden Ebu’d-Darda (ö. 657), Ebu Zer el-Gifari (ö. 652), Hudeyfe İbn’u-l Yaman (ö. 657), gibi sahabenin önde gelen bilginleri ile Tabiûndan Said İbn’u-l-Musayyab (ö. 712), Hasan’u’l-Basri (ö. 728), İbrahim İbn Edham (ö. 770) ve el-Fadil İbn Iyad (ö. 802) gibi zevattır. Bunlar arasında sadece çağdaşlarınca kabul görmüş olmakla kalmamış, aynı zamanda ölümünden sonra İslâm’ın ruhanî tarihinde günümüze kadar sürüp gelen güçlü bir etki yapmış olan en meşhur sima, Hasanu’l- Basrî Hazretleridir.
Sûfizmin Çıkış Yeri.
Sûfi adı ilk dönemde yoktur; sonraki yüzyılda ortaya çıkmıştır. İlk dönem bilindiği gibi zâhit / züht sözcükleri kullanılmıştır. Sûfi hareketi VIII-IX. Yüzyıllarda zahitlik hareketlerinin merkezi Irak (özellikle Basra, Kûfe ve Bağdat şehirleri), Horasan (özellikle Belh şehri) ve Mısır olmuştur.
Sûfizm Irak’ta doğmuş, Horasan’da dağılmış, oradan da Orta Asya’ya ve sonra da diğer İslâm dünyasına yayılmıştır. Ebu Hafs el-Haddad (ö. 873), Hamdan el-Kassar (ö. 885) ve Ebu Osman el-Hiri ö. 911) en büyük Melamatilerden olmuşlardır. Melamatiler, “insanın erdemli olması, kemale ermesi ancak derin ameli faaliyeti/ gayreti ile mümkün olabilir” inancını öğretmişlerdir. “İnsanın üstünlüğü onun ruhunda yaşattığı sırlardan dolayıdır. Bu sırları da ancak gizli ve açık her şeyi bilen Allah’a bağlı olduğunu ve onun bilebileceği bir sır olduğunu söylemişlerdir. Bu sır: “Nefsini tanıyan, Rabbini tanıdı” hadisinde de ifade edilmektedir. Bu sözün hadis olmadığını iddia edenlere karşı bazı sûfiler Kur’an-ı Kerim’in Haşir Sûresinin 19. Ayetinde: “Nefislerini unuttukları için Allah’ı unutanlar gibi olmayın” buyurulduğundan bahisle Hadiste bir aykırılık bulunmadığını öne sürmektedirler.
Sûfi insanları kıyafetlerine bakarak ayırmamalıdır. Bilakis, eğer insanlar/halk sûfiyi günahkâr sayar onu hor görür ve tahkir ederse, onu memnun etmiş ve ona iltifat etmiş olur. Çünkü ham insan belaya katlanarak, tahammül göstererek olgunlaşır. Çünkü bütün peygamberler ve veliler sövülmüşler ve tahkir edilmişlerdir. “Cihanda yüz bin belaya, sıkıntıya düşmemiş Vahdet ehli var mıdır”? Bunun için sûfiler aşkın/sevginin adını “bela” koymuştur ama “ ne güzel bela” dır, “ne kötü bela” değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in Enfal Sûresinin 17. Ayetinde “ Belâen hasena – güzel bela” tabiri vardır.“
Sûfilere göre Hakkı tanımamış, onunla bildik olmamış kimse, görünürde âdem-oğlu olsa- görünse de içten Şeytandır. Şairin:
Yâri terk etmeden yâranı bulmazsa ne güç,
Sûreti insan içi Şeytan olursa kişinin,
Başını taşlara vurarak insanı bulmazsa ne güç” sözleri bu manada söylenmiştir
İşte bu çizgide olan sûfinin aynı zamanda doğru yolda yürüdüğünün delilidir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
14 Mart 2025 Köşe Yazarları
14 Mart 2025 Köşe Yazarları
14 Mart 2025 Köşe Yazarları
06 Mart 2025 Köşe Yazarları