Son Dakika
Bosna gezisi sırasında: “Buraya gelmeden önce burayla ilgili daha çok şey biliyordum, kafam allak bullak oldu, her şey birbirine karıştı.” demiştim. Nasıl olmasın ki? Ben Bosna Hersek bağımsızlığını kazandı, Canımız Müslüman Boşnak kardeşlerimiz o tarifsiz acılardan sonra nihayet bağımsız bir ülkeye kavuştu zannediyordum.
Şu anki yönetim şöyle; Bosna-Hersek’in %49’u Sırp Cumhuriyeti (Sinirleriniz alt üst olacak ama bu sırbistan değil Bosna-Hersek içinde bağımsızlığını ilan etmiş bir sırp devleti!), geri kalan %51 Boşnakların hâkimiyetinde mi sandınız? Yanıldınız. %51’in üçte birinde sırplar, üçte birinde hırvatlar, üçte birinde ise Boşnaklar söz sahibi; bir başka deyişle yönetime bu oranlarda ortaklar.
Bir sırp, bir hırvat ve bir de Boşnak olmak üzere üç cumhurbaşkanı sırasıyla yönetiyor ülkeyi ve bunların da üstünde Birleşmiş Milletlerin tayin ettiği bir üst yönetici var.
Dayton antlaşması ülkedeki savaşı ve katliamı durdurmuş, ama bana sorarsanız aslında dondurmuş. Hala çok riskli bir bölge olduğu kanaati oluştu bende.
Gezinin ikinci gününde Vişegrad’a gitmek üzere yola çıktık. Saraybosna(Sarayevo)’dan çıkar çıkmaz sinirlerimiz yeniden gerildi ve tam bir ucube olan “sırp cumhuriyeti”ne girdik. Gergin ve soğuk atmosferi, karanlıkları delen ve insanın içini ısıtan bir ışık hüzmesi gibi göğe salınan kar beyazı minareler katlanılabilir hale sokuyordu. Yol boyunca; mermi izlerinin adeta desen haline geldiği Müslüman Boşnak evlerinin bir zımpara gibi yüreğimizi kanatması eşliğinde, şakaklarımıza baskı yapan bir moral çöküntüsü içinde sus pus ilerliyorduk.
Ortamın aşırı gergin olmasından, uzun süre sessiz olmamızdan ve ilaveten havanın da bizim ruh dünyamıza eşlik edercesine çok bulutlu ve kasvetli olmasından sanıyorum, Orhan Hoca’nın söze başlaması sağlam bir çadır bezinin tırtıklı bir bıçakla yırtılması hissi verdi bana:
“Gideceğimiz yer Vişegrad. sırpların insanlıktan tamamen arınıp hayvandan aşağı indikleri yerlerden biri. Kasabayı kuşatan sırp çetnikler tüm erkekleri, kasabanın tam ortasından akan Drina nehrinin üzerindeki Sokollu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı tarihi Drina köprüsünün üzerine getirmişler. Erkekleri boğazlarını kesip kesip nehre atmışlar. Nehir kıpkırmızı akmış. Tüm erkekleri kesen sırplar bayanlara da tevacüz etmişler. Öyleki 12 yaşından 60 yaşına kadar tevacüze uğramayan kimse kalmamacasına. Saraybosna’daki Boşnaklar bu katliamdan sonra bir tane bile Boşnak Vişegrad’a gitmeye cesaret edemez diyorlar ve orada bir tane bile Boşnak olduğuna inanmıyorlar. Ama şu an Boşnaklar yavaş yavaş Vişegrad’a yerleşmeye başladı.”
Bu anlatılanlar şok etkisi yaptı hepimizde. Bakışlarımız donuklaştı ve ne yalan söyleyim hepimizde kuvvetli bir intikam duygusu oluştu.
Orhan Bey: “Bizim bu kasabayı ziyaret etmemiz sırpları çok rahatsız ediyor, caddede yürümek bile sırpları kahrediyor, Boşnaklar ise bizim ziyaretlerimizden çok memnun oluyorlar, kendilerini yalnız hissetmemiş oluyorlar.” dediğinde bu yolculuğun ne anlama geldiğini yavaş yavaş sezmeye başladık.
Cuma namazı yaklaşmıştı, son anda yetişip kasabadaki tek camiye girdik. Çoğu yaşlı Boşnaklar gözümüze akraba gibi göründü. Sarıklı ve cübbeli imam kalktı, minbere doğru yürüdü, basamaklardan çıktı, yüzünü döndü ve hutbeye başladı. Kırk beş elli yaşlarında, düzgün ve fit vücut yapısına sahip, omuzlar geniş, boy en az bir doksan. Son derece yakışıklı, karizmatik, kendinden emin ve belki de en önemlisi haddinden fazla vakur. Adını sonradan öğreniyorum Bilal Hoca.
Hutbede de çok başarılı Bilal Hoca. Pedagojik kısa bir değerlendirme yapmak lazımsa vücut dili, jest, mimik, vurgu, tonlama, göz teması hepsi tam kıvamında ve kelimenin gerçek anlamıyla müthiş etkileyici. Özetle imamımız aynı zamanda çok başarılı bir hatip.
Hutbe Boşnakça tabi ki ve aralarda “Orhan Hoca”, “turist”, “Mostar”, “Türkiye” gibi kelimeler kullanmasından anlıyoruz ki konu biziz.
Sonradan Orhan Hoca’dan öğreniyoruz, söyledikleri özetle şöyle: “Aramızda bulunan Orhan Bey ve kafilesi buraya bize destek olmak için geliyorlar. Aslında Mostar ve benzeri turistik yerlere gidebilirlerdi. Kasabamız çok da turistik özellik taşımıyor. Onların ziyareti turizm değil bence ibadet.”
Camiden çıkıp Drina köprüsüne doğru yürüdük. Hani şu insanlığını kaybetmiş sırpların Boşnakları boğazını kesip nehre attıkları köprü…
Yürürken asil bir millete mensup olduğumu, düşman dahi olsa masuma ve sivile el kaldırmayan bir inanç disiplinine dahil olduğumu, fethe giderken yol kenarında yediği meyvenin ücretini ağacının altına bırakan akıncıların torunu olduğumu düşündüm. Vakurdum ve gururluydum. Bu sadece bir cadde gezintisi değildi. Bu Boşnak kardeşlerimize destekti ve kenardan bizi seyreden ve belki de 18 yıl önce bu vahşete ortak olmuş insanlık dışı sırplara da Boşnakların yalnız olmadığı mesajı vermenin en yalın şekliydi.
Köprünün üzerinden geçerken gurur, üzüntü, hüzün, vefa, keder, acı gibi duygular; asimetrik, dengesiz, karmakarışık ve ritimsiz olarak beynime ve kalbime çarpıyordu. sırpların Allah belalarını versindi. Tam olarak böyle düşünüyordum. Hiç gevelemeye gerek yok kin doluydum.
Otobüse bindik ve bir köye doğru ilerledik. Orhan Bey Bilal Hoca’nın köyüne gittiğimizi söylediğinde o karizmatik adamla yeniden karşılaşacağım için çok sevindim.
Yol üzeri yıkılmış ve yakılmış Boşnak evleri kalbimizi kanatmaya devam ediyordu. Hani göğsünüzde kaburgalarınızın birleştiği, kalbinizin hizasında tam ortada bir girinti vardır ve bazen orası düğümlenir ya. İşte biz öyle olduk. Yutkunamıyordum.
Otobüsün gidemeyeceği dar bir yerde indik ve yürümeye başladık. Köye girdik. Terkedilmiş bir Boşnak köyü. Tek tük taşınmaya cesaret edebilmiş yiğitler, kahramanlar.
Yakışıklı, karizmatik, yiğit, kahraman ve (bence) bilge Bilal Hoca bizi avlunun girişinde karşıladı. Tokalaşmak için sıraya girdik. O kahramanın elini sıkmak için sabırsızlanıyordum. Duygu aktarımının birçok yolu vardır ve en etkilisi de temastır. Toka anında göz göze geldik. Bir iki saniyelik bir bakışla birbirimize: dostluk, kardeşlik, güven, vefa, fedakarlık, yandaşlık, dindaşlık, gönüldaşlık, (benden ona) hayranlık, gibi duyguları görünmez bir manyetik kabloyla aktardık. Elimizi sıkarken adeta gücümüzü sınamamız da bu duyguların sağlamlığının teyidiydi.
Yemekler ikram edildi. O sırada çok şeker on yaşlarında üç Boşnak kız çocuğu ilahi okumaya başladı. Başımı çevirdim; altın sarısı saçlarıyla, boncuk gibi gözleriyle çok güzel, masum, sevimli yavrular “ne kadar da bizden” diye geçirdim içimden.
Orhan Bey yanımıza yaklaştı ve kısık bir sesle: “Bilal Hoca’nın anne ve babası bu bahçede katledilmiş.” dedi.
Kalanlarla vedalaşıp kasabadaki Boşnak derneği lokaline gitmek üzere köyden ayrıldık. Tadına doyulmaz Boşnak kahvesini yudumlarken Bilal Hoca’yı çağırdım ve Türkçe: “Hocam çok karizmatiksin.” dedim. Anladı tabi. gülümsedi ve omuzumu samimiyetini göstermek için sıktı. Kasabada kaç Boşnak var sorumu Orhan Bey çevirdi, Bilal Hoca heyecanla anlatmaya başladı. Ama anlattıklarını o kadar önemsiyordu ki kalem kağıt getirdi. Yazarak anlatıyordu. Savaş öncesi kasabada yaklaşık 15 bin boşnak ve 8 bin sırp olduğunu, savaştan sonra 2000 yılına kadar tek bir tane bile Boşnak kalmadığını, son on yılda dönmeye cesaret edenlerle birlikte şu an için 2500 kadar Boşnağın kasabada yaşadığını anlattı. Bir tane faal bir tane de inşaat halinde cami olduğunu da sözlerine ekledi.
Otobüse bindik, yüreğimizden bir parça yırtılırcasına kopup drina nehrinin dibinde yatan kahraman şehitlerle birlikte Vişegrad’da kaldı.
Gerçekleri ifade edebilen az sayıda Avrupalıdan Fransız aydını Henry Levi’nin: “Avrupa Bosna’da öldü.” ifadesi o kadar doğruydu ki!
Bekir KARABULUT
bekirkarabulut@gmail.com
Not: Yazım kurallarını çok önemsememe rağmen sırp ve hırtvat kelimelerini büyük harfle yazmak içimden gelmedi.
BENZER HABERLER